Şiddet ve İktidar İlişkisinin Gelişimi ve GünümüzeYansıması

not: geçen sene kimlik beden iktidar dersi için yazdığım bir şeydi. severek yazmıştım. iyi olduğunu da düşünüyorum. beklediğim notu alamadım ama olsun. güzeldir yani. 


Şiddet ve İktidar İlişkisinin Gelişimi ve GünümüzeYansıması

“Egemen, olağanüstü hale karar verendir” der Carl Schmitt, Egemenliğin Tanımı yazısında. Olağanüstü durum hangi koşullar için geçerlidir sorusunu da, egemenliğin tanımı içerisinde aramamız gerekmektedir. Egemen, hukuku askıya alabilendir ve o bunu yaptığı an egemen olmaktadır. Hukuku askıya almak, hukuk dışı bir eylem olarak öngörülemez çünkü hukuk, olağanüstü durumlarda kendisini askıya alma yetkisini egemene vermiştir. Bu durumda hukuk bir olağanüstü hal içerisinde askıya alındığında, aslında kendisini de gerçekleştirmiş oluyor. “Olağanüstü halde devlet, hukuku, kendini koruma hakkına dayanarak askıya alır” der Schmitt.[1] Ve Egemen’in olağanüstü hale karar verdiği anda ortaya çıkan şey, şiddetin ta kendisidir. Egemen’in şiddeti tek taraflı bir şiddettir.
Aslında Egemen’in hukuku askıya almasıda, hukukun, hukuk-dışı şiddete çare bulamamasından kaynaklanmaktadır. Tekrar hukuki düzene kavuşmak için, olağanüstü halin ilanı gerekmektedir. Ve şunu da diyebiliriz ki, olağanüstü halin sona erdiğine ve hukuki düzenin uygulanmasına karar veren egemendir. Hukuki düzen ancak yasakoyucu şiddet ile sağlanabilir. Bu ister yeni bir hukuki düzen için harekete geçen devrimci güçlerin zafer elde etmesiyle olsun, isterse hali hazırda var olan egemenin devrimci güçlere karşı galip gelip eski hukuki düzene yani “normal” düzene geçmesiyle olsun.
“... güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet etmediği sürece kullanımı hiç bir sorun doğurmaz.” Bu sözler Walter Benjamin’in Şiddetin Eleştirisi makalesinde geçmektedir. Bu doğal hukuk anlayışının, şiddetin doğanın bir ürünü olduğunu söyleyen anlayışa denk düşmektedir. Şiddet adil amaçlara hizmet ettiği sürece var olabilir ve bunda bir sorun yoktur. Yine Benjamin şöyle der:
... Şiddet, hukukun elinde olmadığı sürece, hizmet ettiği yasa dışı amaçlar doğrultusunda değil, bizatihi hukukun dışında var olması dolayısıyla, hukuka karşı bir tehdit oluşturur. Şiddetle savunulabilir bir görüştür bu, insan “büyük” bir suçlunun, amaçları ne kadar sapkın olursa olsun, nasıl da sıklıkla, halk arasında gizli bir hayranlık yarattığını düşünmeden edemiyor. Bunun sebebi suçlunun yapıp ettiği şey değil, bunun tanıklık ettiği şiddettir kuşkusuz. [2]
Şiddet uygulayan bir anda kahramana dönüşebilir ve bu devletin gücünü sarsıcı nitelikte olabilir. Modern dünya da polis şiddeti, Benjamin’e göre hem yasa koyucu hem de yasa koruyucu şiddettir. Polisin uyguladığı şiddet her ne şekilde olursa olsun devletin varlığını tehdit etmez ve tamamen hukuki amaçlara hizmet etmektedir. Polis hukuk içinde tanımlayamadığı bir durumla karşılaştığında doğal olarak bir karar vermek durumunda kalır ve hukukda görülmeyen bu durum polisin o esnada oluşturduğu bir yasadır.
Polis şiddeti yasa koyucudur çünkü hukukun hüküm veremediği durumlarda yasa koyar, polis yasa koruyucudur çünkü bu amaçlara hizmet etmektedir. Bu görüntü modern demokrasilerin yapısına dair de bize ip ucu verir. Şiddet yasal hukukun aracı olan polis şiddeti de olsa, yani hukuku korumak adına da olsa bir sorun vardır, o da hukuka olan güvenin kaybolmaya başlamasıdır. Çünkü polis şiddetinin ortaya çıktığı durumlar bu anlardır. “Polis “hukuku”, devletin, her ne pahasına olursa olsun ulaşmak istediği empirik araçlara, etkisizlik ya da bir hukuk sistemindeki içsel bağlantılar nedeniyle, hukuk sistemi aracılığıyla ulaşabileceğine güveni kalmadığında varılan noktayı belirler.” [3]der Benjamin.
Bu durum da ortaya hukuk dışı şiddetin de çıkması kaçınılmazdır. Hukuk dışı şiddette devletin kontrolü altında olmayan şiddettir. Onun varlığını tehdit eden ve yasakoyucu şiddet olma özelliğiyle de ürküten şey.

Şiddetin bu doğal süreci kadar bir de tarihsel süreci vardır. Onu hapseden, ona şekil veren bir süreçtir bu. Şiddeti adaletin temeline oturtur, bu tarihsellik anlayışı. Adalet anlayışı da bu anlamda şiddete yasallık kazandırabilmektedir. XVIII. yüzyılda suçluların infazı bir seyirlik unsur olarak gerçekleştiriliyordu. Burada uygulanan şiddet bedene yönelik bir şiddetti. M. Foucault, kralı öldüren ve bu yüzden infaza uğraması gereken Damiens’in ne şekilde ölüme gittiğini o zaman yazılanlardan Hapishanenin Doğuşu kitabının Mahkûmların Bedeni bölümün de şu şekilde açıklar:
Damiens, 2 Mart 1757’de “Paris kilisesinin cümle kapısının önünde, suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye” mahkûm edilmişti; buraya “elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grêve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılacak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonrada bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgâra savurulacaktır”[4]
Bu anlatıda aslında şunu görmek mümkün, bugün şiddetin tam da hukuk dışı olması yüzünden, devleti ürkütmesi gibi XVIII. yüzyılda da şiddetin krala ve tüm ülkenin mutlak sahibi olan kralın imgesine yapılması, hükümdarlığı tam da yıkıcı nitelik taşıdığı için, cezanlandırılması gereken bir durum doğuruyordu. Suçlunun bedeni hem kralın, hem de kralın siyasi bedeninin intikamını almak için insanlara seyirlik bir şekilde gösteriliyordu. Amaç çok basit aslında, bu yolla suçu ve hukuk-dışı şiddeti engellemek. Bunun için de yasal şiddet yöntemleri işin içine giriyor.

Bu, suçlunun infazının bu şekilde Fransa’da son kez yapıldığı infazdı. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Foucault yine Hapishanenin Doğuşu’nda şunları söyler:
Ceza yavaş yavaş bir sahne olmaktan çıkmıştır. Ve cezanın seyirlik unsur olarak içerebileceği her şey artık olumsuz bir gösterge haline gelmiştir; cezanın bir tören halinde sunulmasının ortadan kalkmasıyla birlikte, cezanın “son aşamasının” da suçla karanlık ilişkileri olduğundan kuşku duyulmaya başlamıştır: ceza eğer suçu vahşilik bakımından aşmıyorsa, en azından ona eşit olmakta, seyircileri vazgeçirmeye niyetlendiği bir kıyıcılığa alıştırmakta, onlara suçların sıklığını göstermekte; celladı bir caniye, yargıçları bir katile benzetmekte, rolleri son anda tersine döndürmekte, azap çektirilen acıma ve hayranlık konusu haline gelmektedir.
... Bu olgudan ötürü adalet, artık infaza eklenmiş olan şiddeti halkın önünde üstlenmekten vazgeçmiştir.
... seyirlik infazda darağacından karmaşık bir dehşet yükselmekteydi; bu şiddet aynı anda hem celladı hem de mahkûmu kapsamaktaydı: azap çektirilen kişinin içine düştüğü utancı acıma veya şan haline dönüştürmeye her zaman hazır olmanın yanı sıra, infaz yapan kişinin yasal olarak kullandığı şideti her seferinde bir yüz karası haline çevirmekteydi.[5]
Bu açıklama yukarıda Benjamin’in bahsettiği suçlunun halk arasında hayranlık uyandırmasıyla aynı şeydir aslında. Aradan geçen iki yüzyıl durumu ve düşünceyi değiştirmemiştir. Tabi Foucault burada, bu açıklamayla şunu söylemek istiyor. Suça verilen ceza ve bunun uygulaması suçlunun işlediği suçtan farksız değil ve artık bu durum insanların gözünde onları uyarmaktan çok, karşı bir dirence zorlamaya iten, halkın acıma duygusunu uyandıran bir hale gelme aşamasındadır. Halk bazen mutlak güce sahip kraldan suçlu için merhamet bile dilemektedir. Ve bir çok kez bu başarılı olmuştur. Bu da egemenin gücünü kullandığı “istisna” alanıdır. İstisna bir durum ortaya çıkmıştır ve egemen buna o anda karar vermektedir. Kralın suçluyu affetmesi de, onu cezalandırması kadar aynı değere sahiptir çünkü kral suçluyu affederek halkın gözünde affedici bir role sahip olmaktadır.
Bu anlattıklarımızdan şunları çıkarabiliriz. Kralın iki bedeni vardır. Biri kralın fiziksel olarak yaşayan bedeniyken, diğeri onun “siyasal bedeni”dir. Kralın bedeni öldürülemez, yok edilemez bedendir bu yüzden. Krala yapılan tüm saldırılar suç sayılmaktadır ve cezası ölümdür. Kralın uyguladığı şiddet ise karşı konulamaz egemenin şiddetidir. O tüm hukuki durumu belirleyendir ve birinin ölüm emrini vermesi, onun suç işlemiş olduğu anlamına gelmemektedir. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan kitabında şunu söyler:
Eğer aydınlatmaya çalıştığımız egemenin bedeni ile homo sacer’in bedeni arasında ki bu simetri doğru ise, o zaman görünüşte birbirinden uzak olan bu iki bedenin hukuksal-siyasal statülerinde analoji ve mütekabiliyetler bulabilmeliyiz. Bu anlamda ilk ve doğrudan bir karşılaştırma malzemesi olarak, hükümdarı/egemeni öldürmenin cezasıyla karşılaşıyoruz. Homo sacer’i öldürmenin cinayet oluşturmadığını biliyoruz. Benzer doğrultuda, hükümdarı öldürmenin basit bir cinayet edimi olarak görüldüğü hiçbir hukuksal-siyasal düzen yoktur. Hükümdarın öldürülmesi bunun yerine, crimen lesae maiestatis olarak tanımlanan özel bir suç teşkil ediyor. Buradan bizi ilgilendiren şey, homo sacer’in öldürülmesinin cinayetten daha hafif olarak ve hükümdarın öldürülmesinin ise cinayetten daha ağır olarak görülmesi değildir. Aslolan şey, bunların hiçbirinde de bir insanın öldürülmesinin cinayet suçu teşkil etmediğidir. Savoy Kralı Charles Albert’ın “egemenin şahsı kutsal ve dokunulmazdır” diyen yasasını okurken, burada kullanılan sıfatların, cinayet işlemeksizin herkesin öldürülebileceği homo sacer’in hayatının kutsallığını yansıttığını görmemiz gerekiyor. [6]
Homo sacer (kutsal insan) Agamben’in tanımıyla, öldürülebilen fakat kurban edilemeyen insandır. Aslında dikkat edilirse şu sonuca varabiliriz. Egemenin iki bedeni vardır ve bunlardan birisi öldürülebilen bedendir fakat yine de kurban edilemez. Çünkü o fiziksel bedeninin taşıdığı anlamdan çok siyasi bedeninin taşıdığı anlamla var olabilmiştir. Yine burada sıradan vatandaşın, veya suçlunun bedenin de kutsal beden olduğunu görebiliyoruz. Her ne kadar seyirlik infazın bir kurban edilme ritüeline dönüştüğü görülse de bu böyle değildir, çünkü önemli olan bedenin öldürülebilir olması fakat kurban edilememesidir. O bu seyirlik infazla aslında başka bir anlam kazanmıştır. O da onun öldürülemez bedeninde anlam kazanır.
Aslında seyirlik infaz cezaların kaldırılıp, bedenin hapsedilmesi yani hapishanelerin oluşturulmaya başlanması, bedene yönelik azap çektirme işleminin ortadan kalkması, bunun yerine bedenin ıslahı, iyileştirilmesi anlamına gelmektedir. “Azap çektirmenin ortadan kalkması demek ki seyirlik unsurun silinmesidir; ama aynı zamanda bedenin tutuklanmasıdır.” ,diyor Foucault. Bedenin tutuklanarak ıslah edilmesi, iyileştirilmesi ile ne denmek istenmektedir? Aslında şunu söylemek mümkün, azap çektirme cezaları bu işi iktidar adına yapanları bir zalim, bir katil gibi göstermekteydi, dolayısıyla bu hükümdarın/egemenin de durumunu ifade ediyordu. Suçlunun hapsedilmesiyle birlikte onu ıslah etme, iyileştirme söylemi farklı bir bakış açısına sahip oluyordu. Aslında bu yolla hapsedilen insanlar iktidarın, onların hak ve özgürlüklerini ellerinden aldıkları bir şiddete maruz kalıyorlardı. İktidar suçlu beden üzerinden diğer insanlara göz dağı vermek yerine, suçluları dışardan koparıyor ve onları kendi istediği insan/vatandaş haline getiriyordu.
Hapishane günün her anının saniyesi saniyesine düzenlendiği, disiplin mekanizmalarının çok etkin bir şekilde işlediği bir kapatılma mekanıdır. Bir insanın yaşamına dair herşey bu mekanda vardır. Ve bu mekanda her şey ayrışmış durumdadır. Yemek yedikleri alanlar, eğitim gördükleri alanlar, çalıştıkları alanlar. Ve bu alanlarda gözetim altındadırlar, disipline edilmektedirler. Böylece iktidar kendi insanını yaratmaktadır.

Modern hayatta hapishaneler yukarıda bahsettiğimiz anlam da gündelik yaşamımızın da içerisindedirler aslında. Okullar, hastaneler, çalışma alanları, sokaklar, yaşam alanlarımız sürekli bir gözetim altındadır. Nuh Yılmaz, Biyoiktidar ve Liberalizm adlı yazısında Foucault ile ilgili şunları söyler:
Foucault, klasik iktidarla modern iktidarı, her iki iktidar biçiminin hayat ve ölüm karşısında aldıkları tavırla birbirinden ayırır. Klasik iktidar doğrudan güç uygulayan, gücünü hayatta bırakmak veya öldürmek yetkisine sahip olmasından alan mutlak bir iktidardır. Oysa modern dönemde iktidar hayat üzerinde dolaylı bir iktidara sahiptir, ölümle tanımlanmaktan ziyade “hayatı yöneten bir iktidardır” ... bu modern biyoiktidar, kendisini türle, ırkla yani nüfusun biylojik bilgisiyle kendisini var kılar ve hayat üzerinde konumlanır. Siyaset artık nüfusun sağlığıyla, varlığıyla ilgili hale geldiğinde bu varlığı tehdit edebilecek her türlü odak öldürülebilir hale gelir. Dolayısıyla artık iktidar hayatta bırakma veya öldürme yetkisiyle değil, hayatı desteklemekle güçlenir. Hayat üzerine konumlanan bu iktidarın sınırı ölümdür. Bu iktidar çerçevesinde ilk hedef bedendir. Beden bir makina olarak görülerek bedenin disiplini, kabiliyetlerinin arttırılması, gücünün ortaya çıkarılması, bu yolla bedenin uysallaştırılması hedeflenir.
Bu şekilde [...] nüfusun kontrolü ve bedenlerin özneleşirilmesi yoluyla bio-iktidar oluşur. Bedenlerin üretime koşulması, kapitalizmin gelişmesi ve bio-iktidar için var olma koşuludur. Bu biyo-iktidar analiziyle Foucault, modern dönemde şiddetin bu kadar yaygınlaşmasının ve farklılaşmasının kökenini değişen iktidar paradigmasında aramaktadır. İktidarın ve şiddetin değişen yüzü ise değişen beden algısı, hak kavramı ve kurumlarıyla topluma sirayet etmiş biyosiyasette anlaşılır. [7]

Modern dönemlerde görüldüğü gibi şiddetin ortaya çıktığı anlar nüfusun sağlığını ve varlığını tehdit edebilecek unsurların olduğu anlardır. Bunu şöyle de diyebiliriz. İktidar kendi belirlediği siyasi politikasının dışına çıkan bireylere, onları diğer bireylerin varlıklarını tehdit edebilecekleri doğrultusuyla şiddet uygulayabilir. Yine örnek vermemiz gerekirse devrimci, proleter güçlerin iktidarı yıkmak için ortaya koyduğu şiddete karşılık, iktidarında onlara karşı olan müdehalesi söylenebilir. Benjamin, işçilerin grev hakkından bahsederken, işçilerin grev hakkının iş verenin dolaylı olarak uyguladığı şiddet eyleminden kaçma hakkı olarak bahseder. Fakat grev hakkını kullanmak devlete şantaj yapma boyutuna ulaştığında bu devletin çıkarlarına ters düşmektedir. Böylece bu büyük genel greve dönüşecektir ve devlette bunu uygun görmez. Devlet yasama tarafından uygun görülen grev hakkını aynı anda bütün iş yerlerinde uygulanmasına karşı çıkar. Bunu hukuk-dışı olarak görür. Bunun nedeni en başında dediğimiz şeydir. Bu tür bir girişim devletin varlığını tehdit edici bir şiddettir. Ve bastırılması gerekmektedir.
İktidar kendini tehdit edecek şiddet unsurlarının karşısında durmakla, bireyi hem denetime, hem disipline tabi tutmaya çalışmaktadır. Böylece modern dünyada yaşadığımız bütün alanlar bir “kamp” a dönüşmektedir. Agamben, Kutsal İnsan’da şöyle der:
Bunların ışığında düşünüldüğünde, günümüzdeki kampın doğuşu, kesin bir biçimde modernliğin siyasal alanının kendisine işaret eden bir olay olarak ortaya çıkıyor. Kamplar, kesin bir yerleştirme (ülke) ile kesin bir düzen (Devlet) arasındaki işlevsel bağ üzerine bina edilen ve hayatın kaydı (doğum ya da ulus) için ise otomatik kurallara dayanan modern ulus-devletin siyasal sisteminin daimi bir krize girdiği ve Devletin de ulusun biyolojik hayatının gözetimini asli görevlerinden biri olarak üstlendiği bir zamanda ortaya çıkarıldı.
Şurası önemlidir: Kamplar, yeni vatandaşlık yasalarının çıkarılmasıyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Böylece aslında hukuksal-siyasal düzenin geçici olarak askıya alınması anlamına gelen istisnai durum, artık, gün geçtikçe daha da bu düzene kazınamaz hale gelen çıplak hayatı içine alan yeni ve damimi bir mekân düzenlemesi (yerleştirme) oluyordu. Günümüz siyasetinin karşı karşıya kaldığı yeni gerçek, doğum (çıplak hayat) ile ulus-devletin giderek birbirinden ayrılmasıdır. Ve işte bizim kamp dediğimiz şey bu ayrışmadır. Artık yerleştirmenin olmadığı bir düzenin (yani hukukun askıya alındığı istisnai durumun) karşısında buna tekabül eden düzensiz bir yerleştirme (yani daimi bir istisna mekanı olarak kamp) vardır. Siyasal sistem artık hayat tarzları ve hukuk kuralları vazetmiyor; bunun yerine, bunu aşan ve bütün hayat tarzlarını ve bütün kuralları içine alabilen yersizleştiren bir yerleştirmeye dayanıyor. Yersizleştiren bir yerleştirme olarak kamp, bugün hâlâ içinde yaşadığımız siyasetin gizli kalıbıdır; ve havalimanlarımızdaki zones d’attentes şehirlerimizdeki varoşlar olarak karşımıza çıkan metaformozlarını tanıyabilmek için kampın bu yapısını bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla da kamp, devlet, ulus (doğum) ve ülkeden oluşan eski üçlüye eklenen dördüncü ve ayrılmaz unsurdur.
Bugün artık şehrin göbeğine iyice yerleşen kamp, yeryüzünün yeni bir biyosiyasal nomos’udur. [8]
Aslında şu son cümle önemlidir. En başından beri anlattığım şiddet ve iktidar ilişkisinin nasıl kurgulandığıdır. Günümüzde iktidar şiddeti medya ve iletişim, okullar, hastaneler, hapishaneler, aile baskısı gibi alanlarda karşımıza dolaylı olarak çıkmaktadır. Bu şiddet türü, iktidara karşı tehdit oluşturabilecek olan (yani bunun potansiyeline sahip olan) herşeyi yasayı koruma adına, devleti koruma adına insanları mekanlara kapatarak, orada farklı bireylere dönüştürerek, onların siyasi hayatları olan bios’unu yok ederek, bunun yerine çıplak hayatları olan zeo’larının siyasallaştırılması yoluyla yapmaktadır. İnsanlar sürekli bir istisna hali içerisinde yaşamaktadırlar. Bu da demektir ki, egemenin sürekli bir iktidarının olduğu durum vardır.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Egemen eski dönemlerde de, modern dönemlerde de hukuğu askıya alabilme yetkisine sahiptir. Fakat klasik dönem de iktidar egemenliğini korumak için , ceza verdiği insanları ibret olsun diye meydanlarda acımazsız bir şiddet içerisinde öldürüyordu. Böylece insanlar bundan ibret alacaklar ve bir daha yapmayacaklardı. Ama XVIII. yüzyıldan itibaren hapishanelerin oluşturulmaya başlanmasıyla, insanları cezalandırmak için onları öldürmek yerine onları kendi tarafına çekmek istemiştir egemen iktidar. İnsanları baskılamış, onları disipline etmiş ve sürekli gözlemlemiştir. Böylece kendisine tehdit oluşturacak olanları hemen bastırmayı düşünmüştür. Bu düşünceyi insanların gündelik yaşamlarına da uygulamaya başlamıştır. Şiddet sadece iktidarın tekelinde olduğunda geçerlidir söylemi günümüzde geçerlidir. Bunun en somut örneği olarak da polislerin devlet adına kullandıkları yasakoruyucu ve yasakoyucu şiddettir. Yasa koyar çünkü devletin amacı doğrultusunda hizmet eder, yasakoyar çünkü gündelik yaşam içerisinde hukukla açıklayamadığı durumları kendi kendine belirleme hakkına sahiptir. Böylece insanlar gündelik yaşamlarını iktidarın belirlediği, tam disipline olmuş bir şekilde sürdürürler. Adımımızı attığımız an bizim iktidar tarafından gözlendiğimiz, ve disiplin altına sokulduğumuz anlardır. Kapitalizm artık o kadar güçlenmiştir ki her yerde insanları kontrolü altına almayı başarmıştır.







Kaynakça

1- Schmitt Carl, Siyasi İlahiyat, Dost Kitabevi, 2005, Ankara, Çvr. Emre Zeybekoğlu


2- Benjamin Walter, Şiddetin Eleştirisi, Say Yayınları, İstanbul, 2006 Çvr. E. Efe Çakmak


3- Foucault Michel, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, Çvr. Mehmet Ali Kılıçbay


4- Agamben Girogio, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, Çvr: İsmail Türkmen


5- Yılmaz Nuh, Biyoiktidar ve Liberalizm, Tezkire Dergisi, Ocak/Şubat 2002, Sayı: 24

Dipnotlar
[1] C. Schmitt, Siyasi İlahiyat “Egemenliğin Tanımı” , Dost Kitabevi, 2005, Ankara, Çvr. Emre Zeybekoğlu
[2] W. Benjamin, Şiddetin Eleştirisi sf. 105, Say Yayınları, İstanbul, 2006 Çvr. E. Efe Çakmak
[3] W. Benjamin, Şiddetin Eleştirisi sf. 111, Say Yayınları, İstanbul, 2006 Çvr. E. Efe Çakmak
[4] M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, sf. 33, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, Çvr. Mehmet Ali Kılıçbay
[5] A.g.e. sf. 40-41
[6] G. Agamben, Kutsal İnsan, sf. 137-138, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, Çvr: İsmail Türkmen
[7] Nuh Yılmaz, Biyoiktidar ve Liberalizm, Tezkire Dergisi, Ocak/Şubat 2002, Sayı: 24
[8] A.g.e. sf. 227-228

Yorumlar